2005 yılı sonbaharı… Aydın; Salâvatlı bölgesinde güneş verimli ovaların ardında yükselen dağların arasından batıyor… Atmış beş yaşında bir adam… Tek başına… Toprağın bir buçuk kilometre altından yeryüzüne çıkartılan jeotermal kaynağın bağlı bulunduğu kuyudan uzanan yüzlerce metrelik boruların yanında, kulağını zaman zaman borulara dayayıp içinden geçen sıcak suyun sesini ve buharın tıkırtılarını dinleyerek yürüyor… Yüzünde biryandan yapacağı yeni işin heyecanı, bir yandan da işin başarılı ve verimli olması için yer altından gelen kaynağın sürekliliği konusunda duyduğu tedirginlik de var… DORA-1 Jeotermal Enerji Santrali sahasında hiç kimse kalmamış, herkes paydos edip gitmiş ama Muharrem Balat yalnız başına birkaç gün sonra ilk üretim testleri yapılacak tesisin içinde dolaşıyor… Daha önceki sohbetlerimizde anlattığı çocukluk yıllarını hatırlıyorum… Gaziantep’teki baba evinde yıllarca ders çalıştığı, kitap okurken masa başında yanında uyuyakaldığı ve şimdi MB Holding’deki odasında “başköşede” duran gaz lambası geliyor aklıma… O gün karar veriyorum, eğer bir gün fırsatım olursa bu büyük gelişimin ve başarının anlatılması için ne kadar güzel “konsept” olur diye… “Gaz lambası ışığından dünyayı aydınlatmaya” uzanan bu zorlu yolculuğun, genç kuşaklara örnek olabilmesi için mutlaka anlatılması gerekiyor diyerek, tek başına boruları dinleyen bu adamın işine olan bağlılığına, yüreğindeki başarma arzusuna ve elbette, edebiyat, sinema, müzik, resim gibi her sanat eserinin içeriğini besleyecek bir malzeme olan “tutkusuna” hayran kalıyorum… Bu büyülü zamanı bozmamak için Muharrem Bey’i uzaktan seyrediyorum. Orada olduğumu fark ediyor ve beni yanına çağırıyor. Bir süre sessiz santral alanına bakıyoruz. Alandaki şantiye direklerine asılı bir sokak lambası var. “Şu lambayı görüyor musun? Bak bu lamba bizim jeneratöre ve trafoya bağlı, santral elektrik üretince bu lamba yanacak. İşte o lamba yanınca ben de kafamı rahat koyacağım yastığa” dediğini hatırlıyorum…
O günün ardından Türkiye’nin ilk özel jeotermal elektrik üretim santrali DORA-1 üretime başladı ve bu gün aynı şekilde elektrik enerjisi üreten toplam beş santrale ulaştı sayı. Muharrem Balat’ın liderliğinde kurulan MB Holding bünyesindeki Menderes Jeotermal Elektrik Üretim A.Ş. Türkiye’de jeotermal kaynaklı üretilen elektrik enerjisinde yüzde yirmilik bir paya sahip. Bunun yanında çok yakında benzer “entegre tesis” yine bir ilk olma özelliğini de taşıyarak Hırvatistan’da üretime geçecek. Türkiye Cumhuriyeti on yedi yaşında iken doğan bir çocuk, gaz lambası ile çıktığı serüvende artık inşaat, enerji, tarım, sağlık tekstili ve turizm gibi farklı alanlarda faaliyet gösteren büyük bir kuruluşun başında, ülkeye ve dünyaya faydalı, örnek işler yapmanın haklı mutluluğunu yaşıyor. Kendi deyimiyle “Başarı en büyük mutluluktur” söylemini doğrular şekilde…
Muharrem Balat ile 1997 yılının Eylül ayında İstanbul’un Beyoğlu semtinde, Gölge Film’de tanıştık. Bir gün şirketin kapısı çaldı. Üzerinde açık renk, şık bir pardösü, siyah bir kasket ve koltuğunun altında siyah deri dosya olan kırk yaşlarında dinamik görünümlü biri duruyordu kapıda. Yeni üretilecek bir inşaat yalıtım malzemesinin tanıtım kampanyasında çalışmak için, Gaziantep merkezli bir inşaat grubu ile toplantımız olacağını biliyorduk. O gün ortağım Deniz (Kurtuluş) Özgünay ile şirkette bize bilgi verecek yetkilileri bekliyorduk. Ajans toplantılarımızda, bilgi paylaşımı yapmak için genellikle ürün pazarlama müdürü, teknik bilgi sahibi bir ya da iki kişi ve ajans ile ilişkileri götürecek bir temsilci olurdu. Kapıdaki kişi : “Ben Muharrem Balat, size Perlit’i anlatmaya geldim, hele bir oturalım şöyle” dedi, düzgün bir Türkçe ve beraberinde hafif bir Gaziantep lehçesi ile. Deniz Hanım da ben de şaşırmıştık. Bir ürün tanıtımı için, şirketin en “tepesindeki” kişi, hem de tek başına toplantıya geliyordu. İstanbul Teknik Üniversitesi, İnşaat Fakültesi, yüksek mühendislik mezunu olan Muharrem Balat, o gün bize ürünün tanıtımıyla ilgili meslek hayatımda karşılaştığım en doğru, en etkin bilgilendirmeyi yaptı. Ne bir eksik ne bir fazla, anlattığı her şeyi analitik mantıkla yoğuran, hem “sıradan” insanın anlayacağı bir biçimde kavramları ve ürünü tanımlayan hem de gerektiğinde son derece teknik bilgiler içerecek şekilde, adeta akademik bir dersti anlattıkları…
O gün başlayan birlikteliğimiz yirmi yıldır devam etmekte. Gelecek kuşaklara örnek olacağına inandığım biyografik kitabın yazımı için kendisini ikna etmek pek kolay olmadı. Her zamanki alçak gönüllü tavrıyla bu kitabın “kendini övmek” anlamına geleceğini düşünerek başlarda hep çekincesini dile getirdi. Daha sonra da belli zaman aralıklarıyla sohbetler etmemize ve bu tarz bir çalışma oluşmasına izin verdi. Konuyu Gamze (Balat) Aşnük Hanım’a açtığımızda, onun da uzun zamandır böyle bir çalışmayı yapmak istediğini ve üzerinde düşündüğünü öğrendik. Kendisi gerek Muharrem Bey’den izin alırken ve gerekse geçmişten günümüze süregelen tüm aşamalarda çalışmalara destek verdi. Bu destek kitabın hazırlanması için büyük önem taşıyor. Yıllardır yaptığımız her çalışmada olduğu gibi, kitabın yazımı konusunda da pozitif enerjisi ile projeye katkı sağlarken, böyle titiz bir konuda gösterdiği güvene de müteşekkirim.
“Hiçbir hayat tek kitaba sığmaz” der Murathan Mungan. Doğrudur da. Her insan öncelikle kendisi için daha sonra çevredekiler için bir bilmecedir. Dışarıdan bakarak eski deyimle “nevi-i şahsına münhasır” yani “kendine özgü” bir insanı anlatırken, geldiği noktaya kadarki geçmişi içinde hayatına yön veren her olayı konuşmak, hayatında yer almış her kişiye ulaşmak mümkün değildir elbette. Ama yirmi yıllık geçmişimize dayanan güvenin verdiği “rahatlıkla” bu çalışmayı yaparken herhangi bir eksiğimiz kalmadığını düşünüyorum. Bire bir yaptığımız sohbetlerin ses kayıtlarını dinledikçe, yeni sohbetlerimiz için aldığım notlar art arda sıralandıkça, arada kalan boşlukları doldurmak adına yaptığımız söyleşilerin içeriklerinin bir bölümü kimi zaman kendi isteği doğrultusunda, kimi zaman birlikte öyle karar verdiğimiz için bundan böyle aramızda kalacak. Yazım sırasında özellikle biyografik kitaplarda sıkça yaşanan ve yazarın dışarıdan baktığında zorlandığı bir duygusal ikilemi de bana yaşatmadığı için çok şanslıyım aslında. Her insan çocukluk yıllarını anlatırken bazı şeyleri seçer. Çünkü insanlar için hatırlamak bir seçimdir. Hatta hatıralarımızın içinden yakalayıp çıkarttığımız kesitlerin “dile gelmesinde” de hayatın bilmecesini çözmek istemeyen bilinçaltımızın bir yaptırımı olarak, bireyin kendi kendine uyguladığı bir oto sansür olabilir. Bununla birlikte zaman zaman seçilip anlatılanların belli bir noktadan sonra sahiciliğini yitirip dramatik, acıklı bir öykü içeriğine dönme riski de vardır. Çoğunlukla da kişi çocukluk yıllarının zor koşullarını anlatılırken böyle olur. Benim, okuyacağınız biyografi çalışmasını yazarken, bu konudaki şansım, Muharrem Balat’ın kişilik özelliği olarak asla abartıyı sevmeyen, olaylara her zaman objektif yaklaşan biri olmasıdır. Öyle ki, yakın akrabalarıyla ve arkadaşlarıyla yaptığım sohbetlerin notlarını, ilgili dönemlere ait kendi bilgileri ile karşılaştırmak için paylaştığımda birçok kez bana “yok canım o kadar da değil, onlar beni abartmışlar biraz” diyebilmiştir.
Şu anda ben de tıpkı kendisinin deyimiyle, O’nu anlatan bir kitabı tamamlamış olmanın, “başarmış olmanın” mutluluğunu yaşıyorum. Bir insanın asla nereden geldiğini unutmadan, özgüvenle çalışıp, “işine, eşine, aşına” sahip çıkarak verdiği, örnek bir hayat mücadelesi öyküsünün, keyifle okuyacağınız bir kitaba dönüşmüş olmasını umuduyla…
İstanbul - 2016
® Şenol Er